Sunday, July 7, 2013

Yaşarken hiç olmak çok ağır


  Nermin Bezmen
Bedensel varlık var olmayı sağlamıyor, hiçlik söz konusu olunca. Bu ezikliği, eksikliği rüyamda hissetmek bile yordu beni. Bir de bunu hayatı boyunca yaşayanlar var... 

Yaşarken bir hiç olmuşum... Öldükten sonra anılmak için bunca çabalayan ben, yaşarken ‘hiç’ nasıl olurum? 
Tarifi imkânsız bir yoksunluk ve acz duygusuyla uyandım. İçimde halen daha bir kofluk, bir sünmüşlük var, rüyamdan kalan. Bedensel varlık vâr olmayı sağlamıyor, hiçlik söz konusu olunca. Bu ezikliği, eksikliği rüyamda hissetmek bile yordu beni. Bir de bunu hayatı boyunca yaşayanlar var. Onlar için yaşam, ebedi bir cehennem olmalı. Belki de alışıklar, yadırgamıyorlar, bilemem. Ama benim için rüyamı kâbus yapmaya yetti. Uyandığımdan beri de düşünüyorum, nereden çıktı bu hiçlik kaygısı diye ve fark ettim ki; son günlerde karşısında elimi kolumu bağlı hissettiğim çok şey olmuş. 
Gücümü aşan kavgalar karşısında dirençli olmak huyumdur. Hayatın içinde, akıntısına kapılıp sürüklenmeyi ne kadar seversem, bir o kadar da kader denilen bilinmezin kötü ve acı sürprizlerine ‘karşı durma’yı heyecan verici bir oyun kabul ederim. 
Dibe çöküşlerim, vurgunlarım, canımı yakan hüzünler karşısında kendimi galip hissettirecek bir tavır ve seçim bulurum muhakkak. Maddi, manevi kayıplara, hastalıklara ve hâtta ölüme bile meydan savaşı açmışlığım vardır. Benden alıp götürdüklerine karşı, geride bana kalanı daha sağlam, daha korunaklı kılarak kazandığımı hissettim bu savaşların hepsini. Muharebelerimde en büyük silahım; genlerimdeki Moskof inadım, hayatla hiç kopmayan göbek bağım ve sevgi hazinemle renklenen kalemimdir. 
... Ama şimdi, silahımı körleniyor gibi hissediyorum. Çok dertliyim, acılıyım ve hem bir şey yapamıyor, hem de gerektiği gibi yazamıyorum derdimi, acımı. 
Denizler boğuluyor... Rant tellâllığının molozuyla boğuluyor denizlerimiz. Gökyüzü boğuluyor... Hava alamıyor göklerimiz gökdelenlerin hırçın tırmalamasından. Can çekişiyor topraklarımız, böğrüne hunharca açılan temel yaralarından. Ağaçlarımız ağlıyor, inliyor; bedenlerinde hızar, testere sadistliği. Haritamız değişiyor, sahiller birbirine yaklaşıyor, orman yeşili beton grisine dönüyor, akar sular hapsedilip yolunu kaybediyor... Her köşede, daracık sokakların kenarında bile yerin merkezine inmeye çalışan temel çukurları, toz, toprak, taş, demir yığınları... İçimi acıtıyor... Gözüme yaş geliyor. 
Nedir bu göğe yükselmek sevdası? Bu kadar mı hevesli insanımız bulutların içinde yaşamaya? Kendilerini Allah’a daha mı yakın hissediyorlar o yüksekliklerde? Toprağı, yeşili görmeden nasıl yaşar insan? Nasıl bir insan ve vatan sevgisidir ki; insanlarının ağaçlar altında oturup kokladığı denizi doldurup onların göremeyeceği kadar uzaklaştırır, sonra da yetmezmiş gibi üzerine binalar diker. Bu nasıl zengin bir ülkedir ki; AVM’lere doymaz, doyamaz... İstanbul’a nasıl bir nefrettir, nasıl bir Allah sevgisidir ki bu, Yaradan’ın özene bezene yarattığına yeniden şekil verdirir? 
Şimdi çok iyi biliyorum ki; bu sorular ve çaresizliğimin isyanıydı beni rüyamda ‘hiç’ yapan. Toprağı, ağacı, denizi, akarsuyu, mavi göğü, vatanı, insanı acıtan ne varsa beni de acıtıyor. Öyle canım yanıyor ki; ağlamak istiyorum... Bir ‘hiç’ gibi ağlamak...

Bir yavru kuş bana ‘Anne’ dedi 

Zihnimin kanatlarını tatile çıkardım. Kısacık bir vakit için olsa da izin verdim onlara. Bu zaman diliminde hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey düşünmeden, tüm endişelerden, sorumluluklardan uzak bırakacağım kendimi. Yerimden dahi kıpırdamayacağım. Böylece oturup ormanı seyredeceğim. Yaprakların salınışını izleyip, yüzümü okşayan tatlı yaz esintisini, güneşi, toprak ve ağaç kokularını içime çekerek vâr olduğumu hatırlayacağım. Bilinçaltımda kendilerini hatırlatan görevlerimin beni ezeceğini biliyorum. Ama, onları taşımak için önce vâr olmam gerektiği anlamalılar. 
Güneşin portakal rengi mavinin içine dalga dalga akarken sararıyor, sararıyor ve kocaman, neredeyse avuçlarıma dolacak kadar yaklaşıyor. Ihlamurun dalında sessiz tünemiş kuşa bakıyorum. Tombul, sapsarı tüylü, simsiyah iri gözlü kuşçuk kıpırdamadan, benimle birlikte güneşi seyrediyor. Gözleri o kadar güzel, manâlı bakıyor ki; dudaklarımda mutlu bir tebessüm yayılıyor. Elimi uzatıp yusyuvarlak başını okşuyorum. Hav tüylerinin kısa, gür, yumuşacık dokusu avucumu ısıtıyor. Kaçacak olmasından korkuyorum. Ama, o, siyah gözlerini kırparak gözlerimin içine bakıyor. Gagası arasından dökülen sesle irkiliyorum! Tüyleri kadar yumuşak ve munis bir çocuk sesi ile benimle konuşuyor:
“Anne, beni kucağına alsana.”
Kulaklarımın hayâl âleminden duyduğu sesle gülmeye başlıyorum. Yine de onu iki avucum arasında nazikçe kavrayarak kucağıma alıyorum. Aynen bir bebek gibi arka üzeri yatıyor kucağımda. Hiç mi hiç kaçmaya niyeti yok, belli. Kocaman, pırıl pırıl siyah gözleri hâlâ gözlerimde. Bir kuşu evlât edinmek fikri ile gülümsüyorum. Sanki, gün, bu kuş yavrusuyla beraber bana bir haber getirecek gibi. Yüreğimde bir çırpıntı, bir heyecan beliriyor. Zihnimden, süratle, beklentilerim, düşlerim ve umutlarım geçiyor. 
Birden, bir kanat sesi ile irkiliyorum. Kucağımdaki yavru kuşun kanatları durgun. Anlıyorum, bu kanat sesleri benim. Zihnimin kanatları, yavaş yavaş uçmaya hazırlanıyor. Yüreğimin çarpıntısı artıyor. Giysimin tenime bıraktığı rüzgârın esintisi ve sıcaklığı artıyor. Bacaklarıma tutunan ılık rüzgâr bedenimi havalandırıyor. Sapsarı tüylü, simsiyah gözlü kuş kucağımda, zihnimin kanatları ile oturduğum yerden boşluğa doğru süzülüyorum. Tombul yavru kuş, kendi kanatlarını çırpmadan uçabilmenin keyfi ile şaşkın, mutlu. Zihnimin hür kanatları ikimize de yetiyor, gönlümüzce yükseklere çıkabilmek, sınırsız göklerde uçabilmek için. Giysim, bedenim, kuş, bulutlar, güneşin renkleri... Her şey bana yaşadığımı hissettiriyor. Bir kez daha karar veriyorum. Yaşamın hiçbir zorluğunun zihnimi kandırıp kanatlarımı esir almasına izin vermeyeceğim. Kanatlarım çırptığı müddetçe, bütün bu gökyüzü, evrenin, tüm okyanusların, minik akarsuların, ormanların zenginliği, tüm dokuların renkleri, sesleri benim dünyam olacak. Ruhumun sıkıntılarını zihnimin kanatlarıyla uzaklaştıracağım yüreğimden.
Kulaklarımda yüreğimin derinden gelen tok sesi, tenimde dolanan giysimin yumuşak esintisi ve kanatlarımın çırpıntısı ile uçmaya devam ediyorum. Bedenim, yüreğim tüm sıkıntıların getirdiği ağırlıktan, kırgınlık ve sancılardan kurtuldu. 

Rüyalar bitti mi, yoksa şimdi mi başlıyor?.. 

Güneşe doğru uçuyorum. Kucağımdaki yavru kuşun gözleri kamaşıyor, gittikçe güçlenen ışıktan. Bir, iki kanat oynatıyor. Onu avucumun içinde tutan parmaklarımı gevşetiyorum. Olduğu yerde, üst üste birkaç kez daha kanat çırpıyor. Bana son bir defa pırıltılı gözlerle bakarken gagasını açıp kapıyor. Kulağımda yine bir ses:
“Allahaısmarladık anne.”
Artık bir kuş yavrusunun benimle konuşmuş olması beni şaşırtmıyor. Zihnim o kadar hür ve sınırları o kadar açık ki; belki de bütün bunlar gerçek. Sarı, tombul kuş güneşe doğru uçuyor. Niye bana geldiğini, niye benimle uçmak istediğini anlıyorum. Çünkü o, güneşin kuşu. Onu bu kadar yükseğe ancak ben getirebilirdim belki de. O bunu benden evvel biliyor olmalıydı.
Geri dönüyorum. Zihnimin kanatları, saçlarımı, yüzümü okşuyor uçarken. Tüm üzüntülerden, endişelerden kalmış kırıntıları benden uzaklaştırmak için kâh yüreğime, kâh tenime dokunuyor. Yüreğim yeniden yaşam heyecanı, ruhum hüzünlerin ezdiği keyifleri yeniden yaşama telaşında, kanatlarım ise onları üzüntüye teslim etmediğim için mutlu mu mutlu. Ne kadar üzülürsem üzüleyim, onları mutsuzluğun, umutsuzluğun, bezmişliğin ölümden beter esaretine teslim etmeyeceğim için mutlular.
Geri döndük. Kanatlarım da, ben de bilmiyoruz gece rüyasından mı uyandık, gündüz düşünden mi? Kanatlarımı zihnimin gölgesindeki odalardan birinde dinlenmeye yolluyorum. Şafak mı, gurup mu gökyüzünde oluşan? Rüyalar, düşler bitti mi, yoksa şimdi mi başlıyor? Yavru kuşu güneşe yaşama mı gönderdim, ölüme mi? Geri dönebilecek mi tek başına? Ben geceye mi giriyorum, gündüze mi? Yarın olacak mı? Yarını göremezsem, zihnimin kanatları ne olacak? Kendi başlarına uçmaya devam ederler mi? Kim bilir?
Şu an karar verdim. Zihnimin kanatlarını, onlarla uçmayı bilecek bir çılgına vasiyet edeceğim....


http://pazarvatan.gazetevatan.com/haberdetay.asp?yaid=306&hkat=1&hid=20955

No comments:

Post a Comment