Haziran
Ayaklanması’na dair tespitler, öngörüler ve çıkarımlar –
Sertan Batur
14
Temmuz 2013
Öncelikle
Haziran Ayaklanması ve sonrası ile ilgili bir dizi tespitle
başlayalım:
1.
Devrimci yükselişe katılan toplumsal sınıfların ve kesimlerin
kimler olduğuna dair yeterince şey yazıldı. Esas olarak bunları
beyaz yakalı emekçiler, beyaz yakalı emekçi olmaya aday
öğrenciler, işsizler, işçi sınıfının sistemle ikiye
katlanmış bir sorun yaşayan Kürt ve Alevi kesimleri ve küçük
burjuvazinin daha çok ideolojik sebeplerle direnişe katılan bir
kısmı olarak özetlemek mümkün. Her ne kadar harekete emekçi
sınıfların bir kısmı damgasını vurduysa da, emekçi sınıfların
geniş bir kesimi ve köylüler halen tarafsızlıkla, taraflardan
birini (ama ağırlıklı olarak AKP’yi) pasif olarak desteklemek
arasında bir konum alıyor. Kazlıçeşme mitingini bu anlamda
paranteze almak gerekir. Çünkü Kazlıçeşme mitingine çeşitli
teşviklerle katılan kitle, süreç boyunca Erdoğan’ın
çağrılarına ve kışkırtmalarına rağmen kendiliğinden sokağa
dökülme konusunda çok da istekli görünmedi. Devrimci hareketin
sınırlarını belirleyen ve ayaklanmanın devrime dönüşmesini
engelleyen en önemli nokta ise, devrimci hareketin işçi sınıfının
mücadeleden uzak kalan, hatta karşı devrime yakın duran bu
kesimlerine yeterince ulaşamaması oldu.
2.
Mustafa Sönmez’in çok yerinde tespitiyle[1],
AKP’nin desteği sadece belediyelerin sosyal yardım adıyla işçi
sınıfının en yoksul kesimlerine dağıttığı yardımlara
dayanmıyor. AKP büyük çaplı inşaat projeleri başta olmak üzere
giriştiği projelerle işçi sınıfının yoksul kesimleri arasında
istihdam yaratmayı ve hatta bu projelerin ihalelerinde düstur
edindiği kayırmacılık yöntemleriyle tümüyle kendi
politikalarına bağımlı bir küçük burjuvazi devşirmeyi
başardı. Kredi kartlarına, yani borçlanmaya dayanan tüketim,
toplumun geniş bir kesiminde, özellikle de küçük burjuvazi
içinde göreli ama sahte bir refah sağladı. 1980 sonrası kurulan
bütün hükümetlerin istikrarlı bir şekilde sürdürdükleri
sendikaları etkisizleştirme ve toplumsal muhalefeti ezme
politikaları ile sınaî üretimin ağırlıklı olarak küçük ve
orta büyüklükteki işletmelere kayışının sendikal örgütlenmeyi
geriletmesi muhafazakâr iane ve bağış politikalarına zemin
oluşturdu. İşçi sınıfının cumhuriyet tarihi boyunca dışlanmış
bu kesimleri, AKP iktidarı sayesinde, doğru politik ilişkiler
kurmak suretiyle refahını arttırma, en azından sosyal güvencenin
tümüyle ortadan kalktığı bir dönemde, iane ve bağış
politikaları ve kayırmacılık sayesinde ayakta kalma umutları
geliştirdi. Yoksulluktan çıkıp “doğru ilişkiler” üzerinden
ülkenin sayılı zengin aileleri arasına giren Erdoğan ailesi de
bu umutların gerçekleşme olasılığı olduğuna dair canlı bir
örnek teşkil ediyor. AKP’nin en militan kadroları da bir kısmı
işçi sınıfından devşirilmiş küçük burjuvaziye dayanıyor.
Bir anlamda AKP döneminde “ayaklar baş oldu” ve cumhuriyetin
dışlananları kendilerini rejimin sahipleri gibi görmeye başladı.
Yoğun dini propaganda ve sürekli altı çizilen “biz ve onlar”
ayrımları da bu ideolojinin çimentosunu oluşturuyor.
3.
ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke’nin 19 Haziran’da
yaptığı 2014’te tahvil alımını sonlandırma açıklaması
sonrasında büyük çaplı bir ekonomik kriz riski gayet somut bir
olasılık olarak belirginlik kazandı. Merkez Bankası’nın
sürekli dolar satmasına karşın doların fiyatı halen artma
eğiliminde. Eğer hükümet ülkeye para girişi sağlayamazsa kriz
engellenebilir olmayacak. AKP gayrimenkul satışları üzerinden
özellikle Ortadoğu ülkelerinden ve Rusya’dan para girişi
sağlamayı umut etse de, bu umudun ne kadar gerçekçi olduğunu
zaman gösterecek. Bu süreci bir ihtimal sadece emlâk fiyatları
değil, Türkiye, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi
Arabistan arasındaki değişen ittifaklara ve rekabete dayalı
ilişkilerin alacağı biçim de etkileyecek. Bu politika şu anda
AKP’nin cari açık sorununa yanıt bulmak için geliştirdiği tek
reçete gibi görünüyor. AKP’nin Suriye politikasında yaşadığı
büyük başarısızlıksa bu süreci iyiden iyiye zora sokmuşa
benzer.
Bu
tespitler üzerinden şimdi bir öngörüde bulunabiliriz: Eğer
beklenen ekonomik kriz gerçekleşir ve AKP’nin yabancı sermaye
girişine dayalı mali politikası iflas ederse, AKP’ye ekonomik
olarak bağlı sınıflar büyük bir darbe yiyecekler ve 2001’deki
ekonomik krizin mevcut siyasi partileri paramparça etmesi gibi AKP
de toplumsal desteğini tümüyle yitirme tehlikesiyle karşı
karşıya kalacak. Üstelik AKP’nin monolitik bir yapı olmadığını,
her yağmacı grup gibi, hâsılatın nasıl paylaşılacağının
parti içindeki ve çevresindeki güç dengeleri tarafından
belirlendiğini unutmamak gerekiyor. Yağma çevresinde kurulu bu çok
kutuplu ve çelişkili koalisyon, kriz ortamında dağılmaya bir
hayli yatkın. Haziran Ayaklanması süresince yaşanan iç
gerilimler, koalisyonun dış çeperlerinde bulunan kimi liberal
kesimlerin dökülüvermesi de bu öngörüyü destekliyor.
Şimdi
buradan hareketle birtakım çıkarımlar yapmaya çalışabiliriz:
1.
AKP’nin büyük çaplı inşaat projeleri, bütün kartlarını
gayrimenkul satışlarına oynamasıyla ilgilidir. Bu yüzden Haziran
Ayaklanması bu projeleri ciddi bir tehlikeye soktu. AKP’nin sınır
tanımaz saldırganlığının başlıca nedeni bu. Halkın devrimci
tepkisi AKP’nin tek dayanağı olan büyük projelerin fütursuzca
yapılabilirliğini tehlikeye düşürdü. Bunun iktidar bloğundaki
çatlağın büyümesine yol açması da sürecin tuzu biberi oldu.
Erdoğan’ın ayaklanmanın ilk günlerinde beti benzi atmış bir
şekilde ekranlara çıkması muhtemelen bununla ilgiliydi.
2.
AKP yaklaşan felaketin farkında ve önlem arayışında.
Tedbirlerinden biri toplumsal muhalefeti mümkün mertebe bastırmak
ve kendi projeleri önüne çıkabilecek her türlü engeli bir an
önce bertaraf etmek yönünde. Bu uğurda hukuk kurallarını da
hiçe sayması çok da şaşılacak bir şey değil. TMMOB’ye
yönelik saldırının bir “intikam eylemi” olmanın ötesinde,
geleceğe yönelik bir tedbir eylemi olduğunu düşünmekte fayda
var. Sonuçta hem toplum üzerinde etkili olabilecek ve kitleleri
seferber edebilecek, hem de hükümet projeleri üzerinde bir denetim
sağlayarak bu projelere engel olabilecek, en azından projelerin
kârlılığını düşürebilecek örgütleri dağıtmak, hükümet
açısından gelecek kriz için önemli bir yatırım.
AKP’nin
aldığı tedbirlerden bir diğeri ise dayandığı kesimlerin,
özellikle de kent yoksullarının devrimci hareketle ilişki
kurmasının önüne geçmek. Erdoğan’ın sürekli artan bir tonda
“biz ve onlar” vurguları yapması ve toplumu polarize etmesi de
bu amaca yönelik bir yatırım olarak okunmalı. Bu “biz”
kesinlikle Sünni İslam’ı barındırmakla birlikte, AKP’nin
emperyalizm hayallerinden müteşekkil dış politikasının da
etkisiyle zaman zaman Türklüğü de içine alıyor. Zaman içinde
bu “biz”e kimlerin dâhil olup, kimlerin dışarıda kalacağı
muhtemelen mevcut dengelere göre değişim gösterecek. Kürtlerin
“biz”den sayılıp sayılmayacağı ise AKP için bir ilke
meselesi değil, bir günlük politika meselesi. Barış sürecinin
de AKP’nin ilkeleriyle değil, Rojava’daki fiili durumla ve
Türkiye’deki Kürt hareketinin gücüyle ilgili olduğunu
unutmamak lâzım.
AKP
bu politikalarıyla bir yandan dış çeperinde kim varsa döküyor,
ama diğer yandan çekirdek kitlesini daha da içe kapatıyor.
Erdoğan’ın ısrarla tekrarladığı yalanlar ve AKP medyasındaki
Haziran Ayaklanması hakkında olumlu tek bir kelime söylenmesine
karşı tahammülsüzlük de, bu içe kapatma sürecini medyadan
çıkacak çatlak seslerle tehlikeye atmamaya yönelik bir çaba olsa
gerek. AKP’nin ihtiyacı olan şey, Erdoğan çevresinde mümkün
mertebe iç çelişkilerden arınmış ve taşlaşmış geniş bir
taraftar kitlesi yaratmak. Eğer AKP’nin bu çabaları başarılı
olursa, yaklaşan krizde AKP, kitleleri devrimci harekete karşı
seferber edip, en azından kendi şiddet politikalarına karşı
tarafsızlaştırıp, yöneldiği faşizmi tamamına erdirme
potansiyeline kavuşacak. O zaman AKP’nin 2023 vizyonu, Nazi
devletinin bin yıllık imparatorluk vizyonuyla bile yer değişebilir.
Bu
noktada devrimci hareketin imkânlarını ve önündeki tehlikeleri
nasıl tanımlayabiliriz?
Harekete
en fazla zarar verme riski taşıyan şeylerden biri, beyaz
yakalıların devrimci hareket tarafında duran kimi kesimlerinde
yaygın olan, eğitim sayesinde kazanılan toplumsal statü
üstünlüğünü kent yoksullarının AKP’ye yakın duran
kesimleri üzerinde bir iktidar gösterisine dönüştürme ve bu
kesimleri mizah malzemesi yapma çabası. Tam tersine, bu kitlelerin
alaya alınan eğitimsizliğinin ve yoksulluğunun tam da AKP öncesi
ve sonrasıyla önemli bir sistem sorunu olduğunun altını çizmek
gerekiyor. Her şeyden önce bu insanların AKP’ye yönelişlerini
cehalet ve düşünme yeteneğinin yoksunluğuyla açıklamaya
çalışan elitist anlayışa karşı açık bir tavır almak, bu tür
bir şiddet gösterisine karşı bu insanları savunmayı AKP’ye
bırakmamak, eğitimli insanların ulaştıkları toplumsal statüyü
devrimci bir şekilde dönüşüme uğratmak için yoğun çaba sarf
etmek gerekli. Kent yoksullarının AKP iktidarında ne gibi bir
fayda gördüklerini bizzat bu insanların ağzından dinlememiz ve
her şeyden önce onların çıkarım yapma yeteneklerine saygı
göstermemiz gerekiyor.
En
yoğun ideolojik propaganda ortamında bile, insanlar hiçbir zaman
propagandası yapılan ideolojiyi pasif olarak bire bir benimsemez,
aktif olarak söz konusu ideolojinin neden iyi olduğuna dair kendi
temellendirmelerini inşa ederler. Yani kendilerine verilmeye
çalışılan ideolojiyi yeniden üreterek benimserler. Bu yüzden bu
insanlarla konuşulması gereken şey, ulaşmış oldukları sonuçlar
değil, onları bu sonuçlara vardıran temellendirmeleri, yani
ideolojiyi yeniden inşa ediş süreçleridir. Bu inşa sırasında
varılan sonuçlar insanlara genellikle varılabilecek tek mantıksal
sonuç olarak görülürler. Oysa eleştirel ve devrimci bir dönüşüm,
insanların bu tek mantıksal kurtuluş yolu olarak görülen kendi
eylemlerinin (örneğin AKP’yi desteklemenin) kendilerini
yoksulluğa hapseden toplumsal ilişkileri nasıl yeniden ürettiğini
görmeleri ve her zaman başka eylem olanaklarına sahip olduklarını
kabul ederek, bunları aramaya koyulmaları ile mümkündür. Bu
yüzden karşılıklı deneyimlerin aktarılması, ortaklıkların
altının çizilmesi ve kolektif mücadele araçlarının
bulunabilmesi AKP’nin toplumsal polarizasyon politikasını boşa
çıkartabilecek yegâne silah gibi görünüyor. Bu tür bir
diyalogun kurulabilmesinin tek koşuluysa, bu kitlelerle yukarıdan
değil, eşit seviyeden ilişki kurmakla mümkün. Bunu başarmanın
yöntemlerinden biri yoğun bir mahalle çalışması yapmak. Tabii
bu tür bir çalışmanın yoğun bir devlet terörüyle
karşılaşacağını da hesaba katmak lâzım.
Sonuç
olarak: Abbasağa ve Yoğurtçu Parklarındaki forumlar her ne kadar
çok önemli ve merkezi bir durumda bulunsalar da, devrim Sultanbeyli
ve Sincan gibi semtlerde de forumlara geniş halk kesimlerinin
katılması ve sorunlarına çare aramasıyla başlayacak gibi
görünüyor.
No comments:
Post a Comment